KADER DÖKÜMÜ
Yaşadıklarımı, günlüğe yazmak yerine suya yazmayı tercih edenlerdenim. Belki de bilincimi özgür bırakmak istedim yazmayarak, istediklerini unutsun, istediklerini hatırlasın diye. Tabii ki çok başarılı olamadım bu konuda, kâğıdı, kalemi sırdaş seçmedim ama “Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır”dan nasibimi aldım çoğu zaman.
***
Kendi adıma doğum günüm ve yeni yıl arifesi birbirine denk gelince Üstat Murathan Mungan’ın tabiri ile gün dökümü, yıl dökümü, yaş dökümü, hatta kader dökümü yapmak istedim.
Benzeri filmler mutlaka vardır sinemada ama benim aklımda kalan kadere örnek en sevdiğim film Richard Gere’in Sadakatsiz filmi. Filmde kadın oyuncu yaklaşan fırtınada taksi ile evine dönmeye çalışır, taksi bulamayınca evine dönemez ve hayatını değiştirecek şeyler yaşar. Film finalde başlangıç sahnesine döner ve kadın taksiye binip evine gider. Tüm hayatımız, bu yol ayrımlarında gizli belki de.
Keşke sözcüğünü hiç sevemedim. Belki de tevekkül bunu gerektirir. Teslim olmayı, olmamız gereken yerde, olmamız gerekenlerle, olmamız gereken zamanda olmayı.
Hani Nietzsche der ya “Kaderini sev belki senin için en iyisidir.”
***
Keşke demesem de, bazen bende geçmişe dönüp, o öyle olmasa, böyle olsa nasıl olurdu sorularını sormuşluğum var kendime.
Doğduğumuz evi, ebeveynlerimizi her ne kadar seçiyoruz desek de ben seçemediğimize inananlardanım. Mesela, erken yaşta evlendi diye kendi kaderinin olumsuzluğu olsam da annemin yine annem olmasını isterdim. Ya da bunu sana kardeşin almış diyerek doğumunda, eve muzla gelen kardeşimin yine kardeşim olmasını isterdim. Çünkü ben hayatımda sevgisine, merhametine, adaletine ve vicdanına kefil olacağım sevgiler istiyorum.
***
Tek tip kıyafeti, aradaki ekonomik olumsuzlukları ortadan kaldırdığı için savunan ve giymekten gurur duyduğum siyah önlükle okul sıraları ile tanıştığımda acaba Aynur öğretmen ile değil de Hakkı, Nuri, Mübeccel, Fatoş veya İsmet öğretmenle okusam daha mı güzel olurdu diye düşünmeden edemem.
Ya da kendimce hayata eksi ile başlamama sebep olan Ticaret Lisesine gitmeseydim bu yaşıma kadar iyi günü kötü günü paylaştığım, zorumu kolaylaştıran, tek bakışımla beni anlayan, sabırla dinleyen, yargılamayan bir Nihal bulabilir miydim?
Ya da çalıştığım her iş yerinde olumlu veya olumsuz yaşadıklarımla, bu kadar tecrübe kazanabilir miydim? Kişisel hırsların her şeyin önüne geçtiği, kurtlar sofrası iş hayatından bugünüme Serpil’i, Arzu’yu getirebilir miydim?
Bu liste o kadar uzun ki, eşin, çocuğun, veli olduğun okul, oturduğun ev, gittiğin kurs, yaşadığın sokak, yaşadığın şehir. Hepsine yukarıdan bakmaya çalıştığım da yaşarken anlamadığım bir kusursuzlukla ince ince işlendiğini görüyorum, seyrettiğimiz dizilerden tek farkı elimiz de senaryo olmaması belki de.
***
Şiirin ölçüsüz olanını, cümlenin devrik olanını seviyorum. Kimi zaman bir dize yetiyor anlamam için, anlamak istemiyorsam da roman yetmiyor.
Bu yazıyı yazarken bin düşündüm, sizlere bir yazdım.
Hepimiz bir zamanlar ritüel gibi yaşadığımız Pazar günlerinden bahsederiz. Sabah çizgi film izlediğimiz, kahvaltı, Barış Manço ile 7’den 77’ye, Kovboy filmi, Bizimkiler, Şahane Pazar, soba yanında banyo, bunların hepsini şimdi televizyonda izlesem, yeniden yapsam, aynı tadı verir mi, yanımdakiler geri gelir mi? Bazen bir melodide, bazen kavrulan soğan kokusunda, bazen bir şehriye çorbasının tadında özlediğim belki de geri gelmeyecek günlerdir bizi hüzünlendiren.
Döküm almak her zaman gülümsetmiyor insanı tabii, pişmanlıkların, üzüntülerin, çaresiz kaldığın anlar, bitmeyecek sandığın günler, düştüğün yerden kalkmalar.
***
Kader, kiminle yollarımı kesiştirdiyse, ne yaşadıysam bugünkü ben olmama sebep oldular.
Baktığım zaman etrafıma, ne kadar teşekkür etsem az gelecek insanlar, ne kadar gönlüm kırılsa da sustuklarım, ne kadar yarı yolda kalsam da affettiklerim, elindekini benimle bölüşenlerim, bir iğnesine kıyamayanlarım, bitmez sandığım günleri bitirmeme sebep olanlarım, çıkmaz sandığım sokaktan çıkmamı sağlayanlarım, verdiğim değeri hak etmeyenlerim, bir de neyi neden yaptığını bilip umursamadıklarım var. Sevdiğim için hatalarını savunduklarım, aslında öyle demek istememiştir dediklerim, görmemezlikten geldiklerim var.
İnişli çıkışlı ilişkilerle bir döngüde olunca da bazen çayımın içine düşen arıyı neden kurtaramadım diye günlerce üzülen bazen de dünya yansa umurunda olmayacak birine dönüşebiliyorum.
Çoğunlukla kaderi ile barışık, olmam gereken yerde yanımda olanlara teşekkür ederek biter benim için bu yazı. Ama kaderle ilgili Nietzche alıntısı paylaşmadan geçemem sizinle.
“Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Güneş onu yakıp kavurur.
O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye.
“Ol” der Tanrı. Güneş oluverir.
Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı.
Bulut olur. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur.
Rüzgâr olmak ister bu kez.
Ona da “Ol” der Tanrı.
Rüzgâr her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur.
Her şey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar.
Oradan eser buradan eser, kaya bana mısın demez!
Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir.
Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı…
Sırtında bir acı ile uyanır…
Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır…”
Yorumlar
Yorumlar (Yorum Yapılmamış)
Yazı hakkında görüşlerinizi belirtmek istermisiniz?
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.