TURFANDA
Ateşe su taşıyan karıncanın hikâyesini biliriz hepimiz,
–“Senin taşıdığın sudan ne olacak” demişler,
– “Olsun, hiç olmazsa safımız belli olsun” demiş.
Son dönemlerde yaşadıklarımıza bakıyorum ve üzülüyorum kolektif bilincimiz nasıl da kirleniyor diye.
Hevesimizi kursağımızda bırakan Euro 2024. Mültecilerin belirsiz politikalar yüzünden iç huzursuzluk çıkarması. TBMM’nin halk dilinde Hayırsız adadan dersini almamış itlaf yasası onaylaması. YKS’de yanıt ortalamalarının eğitim sistemimizin geldiği noktayı gözümüze sokması. İki canın, elektrik çarparak ölmesi. Parasını nereye harcayacaklarını şaşıran kendini bilmezlerin, siber saldırılarla buna gücüm var diye dünyaya parmak sallaması, 2008 İntibak yasası yüzünden Abo’larla emeklinin kaderine terk edilmesi.
Şimdi ben nasıl bizim zamanımızda diye bir yazı yazmayayım.
***
Turfanda; kelime anlamı mevsimin başında yetişen ama 40 sene önceki anlamı benim için daha almamıza vakit var, biraz bollaşsın, ucuzlasın demekti. Hatta yemeye sıra gelince güzel bir duası vardı, “Allah seneye de yemeyi nasip etsin” denir, yediğimiz meyve ve sebzeyi seneye de yemek için neredeyse bir sene daha yaşamaya niyetlenirdik.
40 yıl önce demişken, ‘Nesil’, çocukların doğup, büyüdüğü, yetişkin olduğu ve çocuk sahibi olmaya başladığı genellikle 20-30 yıl olarak kabul edilen süre. Şimdilerde ise 10-15 yıl kabul ediliyor neredeyse ve şu anda dünya üzerinde 6 kuşak yaşadığı düşünülüyor.
Bundan yola çıkınca, hayatlarımız hem eskiyor, hem eksiliyor hatta belli yaşa gelince, kayıplarımızın sayısı fazlalaşıyor, yaşadığımız gündemlerin ağırlığı geçmişi daha fazla malzeme yapıyor kaleme, şimdi daha iyi anlıyorum.
Tekrar tekrar seyretmekten keyif aldığım filmlere bakıyorum, neredeyse yapım yılları benimle yaşıt. Oyuncuların neredeyse tamamı artık dünyada değil.
İlk gençlik dönemimizde müziğini dinlemekten bıkmadıklarımız ya artık yok, ya da yaşlandı.
Senelerin geçme hızı ile yüzleşiyorum böyle zamanlarda.
***
Annelerimiz biz çocukken, onlarda daha psikolojiden habersizken, şimdi olsa belki sevmekten pişman olacakları iki üç arabesk sanatçısının filmlerini seyretmek için bizi de sinemaya götürürlerdi. Göze çekilen miller, baltayla kesilen kollar, kavuşamayan âşıklar, hayal meyal hatırlıyorum ama o, bize kalabalıktan alınması mümkün olmayan, film başlamadan ve aralarda tahta bir kutunun içinde, o kutuya tak tak vurulan sesle satılan ince parlak bir kâğıda sarılı sinema dondurması Alaska.
Bu yaşıma geldim ne alırsam alayım, şimdilerde biraz adı, biraz ambalajı, biraz tadı değişse de Alaska aldığım kadar zengin hissetmem kendimi.
Çocukken zenginlik, sinemadaki herkese Alaska almaktı benim için, bakkala taze gelen kremalı bisküviydi, daha sonra kıyamayıp bahçeli eve verilen, pazardan alınan civcivdi, karpuzdan, üzümden dondurma yapmaktı, ben payımı yedikten sonra kendi hakkını bana veren kardeşimin olmasıydı.
Bizim zamanımızda, bize verilen tek nasihat “terli terli soğuk su içme”ydi, belki de aynı bardaktan içip hastalanmazdık. Güneş gözlüğümüz, faktörlü kremlerimiz yoktu. Sokakta oynardık, dizimizde yara eksik olmazdı. Yarama mikrop kapmasın diye sürülen oksijenli suyun köpürmesi hoşuma bile giderdi.
Emaye kaplarımız vardı, ortasında siyah darbeler, belli ki daha kimse söylememiş zararlı olduğunu. Söyleyince de ya bir çiçeğe saksı olmuş ya da çöpe gitmişti.
Bizim zamanımızda pilav demlenir, hamur mayalanır, toprak nadasa bırakılırdı.
Bizim zamanımızda plastiğin içinde BPA olup olmadığına bakmazdık, suyumuz cam damacanada zincirli, kilitli gelir, evdeki kabımıza boşaltılırdı, su güneşte bekledi mi diye düşünmezdik.
Bizim zamanımızda, sütün UHT’sini bilmezdik, sütçü Osman amca getirirdi. İçine su katıyor mu diye düşünmezdik, birbiri ile iç içe geçen ölçü kaplarına bayılırdık. Plastik bebekleri elimize alınca dokunduğumuz yer çukurlaşırdı, kolu, bacağı düşer, kimse ağzımıza alınca zararlı demezdi, dişini kaşıyor derdi.
Özel günlerde alınan yaş pasta, fazladan muz, karışık kuruyemişe Antep fıstığı eklemekti zenginlik.
Bizim zamanımızda annelerimiz “benim alanıma girmeyin” demezdi, yemez yedirir, giymez giydirirdi, hele ki benim annem… Kendi için yaşamak kavramı yoktu demek ki.
Evde bir kişi çalışır, kalan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Kimse kapitalizme odun atıp ihtiyaçları için kredi almazdı, yürekli olan babalar, ceketimi satar yine seni okuturum derdi.
Bizim zamanımızda yaşlılarımız bunardı, Demans, Alzheimer olmazdı. Şizofren, Bipolar, OKB bilmezdik. Aklı gidene bir kulp uydururduk, sevdiğini alamamış, ateşli hastalık geçirmiş derdik. Acı kayıp yaşamış, mutlaka bir hikaye bulurduk.
Bizim zamanımızda gökyüzü hareketlerini bilmezdik. Algol ne demek bilmezdik, başımıza hangi gezegen hangisi ile ters kare açı yaptığında ne gelir düşünmezdik, işimiz ters gidince Merkür geri gidiyor demezdik, hayır olsun derdik.
Bizim zamanımızda, aslında acelemiz yoktu, işimizi kolaylaştıran ne varsa şu anda hayatımızda sağlığımızı aldı belki de. Çünkü biz pikniğe giderken hiç birimize tüp, çaydanlık, tabak, kaşık, çatal taşımak zor gelmezdi.
Bizim zamanımızda misafir bereketi ile gelir, bereketi ile giderdi. Kimse aç kalmaz, herkes doyardı. Şimdilerde adını telaffuz ederken zorlandığımız yiyecekler, annemizin yemek için kavurduğu soğan, domatesin ekmek arasına konulmasının yanından bile geçemezdi.
Bizim zamanımızda marketin bir koridoru çikolata değildi, bir Napoliten yeterdi bize, paylaşması da ne kolaydı.
Tek derdimiz yakan top oynarken sokaktan araba geçmesiydi, belki de annemin “hadi eve” sesiydi.
Şu anda 98 yıllık TÜİK, hayali hesaplamalarla bizi kandırmazdı, enflasyon ne ise onun karşılığı alınırdı.
***
Daha ne kadar örnekleri çoğaltabileceğimi yazmaya başlayınca anladım.
Biz çocukken belki sorumluluğumuz yoktu, evdeki sıkıntıyı anlamazdık. Çoğu zaman şanslı gördüğüm bilmem kaçıncı kuşak neslimi şanslı görürdüm hep.
Şimdi ise neye ihtiyaç duysam, her şey benim için geçmişimdeki turfanda kelimesi kadar, çocukken alamadığımız Alaska kadar uzak geliyor.
Sosyal devletten çıkıp, fakirlikte birleşiyoruz günden güne, bir güruhla aramızda uçurumlar varken.
Bu yazıya Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma”sı yakışmaz mı?
Ben bir dörtlük alayım, gerisini siz okuyun.
“Yiyin efendiler yiyin,
Bu han-ı iştiha sizin,
Doyuncaya, tıksırıncaya,
Çatlayıncaya kadar yiyin.”
Yaşanılası günlere…
Yorumlar
Yorumlar (Yorum Yapılmamış)
Yazı hakkında görüşlerinizi belirtmek istermisiniz?
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Benzer Yazılar
-
Beykoz’da Zaman Daralıyor, KÖSELER’i Bu kez Zaman Aşımı da Kurtarmayabilir!
-
BENCE ÖLDÜM
-
Kumruların Aşkı
-
KARMA-ŞA
-
MİSAFİRSİN BU DÜNYADA
-
BİZ İYİ İNSANLARDIK!
-
Murat Aydın, KÖSELER’den Daha Çok Beykozlu
-
HERKES GİBİ GÖMÜN BENİ!
-
HAYATA DÖN
-
Kim Daha Çok Yalan Söyler? Kadın mı Erkek mi?
-
KÖSELER’in 100 Gün Değerlendirmesi
-
LORDLAR VE LEYDİLER