YAŞAMAK mı?
Aslında bu ay “yalnızlaşmak” ile ilgili bir yazı yazmak istedim. Neden olduğu, nelere sebep olduğu, olumlu ve olumsuz yönlerini, toksik ilişkilerimizi, bizi sürekli negatife çekenlerden nasıl korunacağımızı, saygı çerçevesini aşarak alanımıza müdahale edenleri
Mümkün mü?
Ahhh… Ali Hocam; seninle bulunduğumuz durumu konuşmanın, tartışmanın, doğrusunu öğrenmenin, yorumunu almanın tam zamanları, yazarken seni daha iyi anlıyorum. Ne yazacaksan el yazısıyla neredeyse 15 sayfadan fazla yazı yazıp, özetini alıp, sadeleştirip, o kâğıtlarla çöpe attığın kullanmadığın bilgilere bile ne kadar ihtiyacımız var şu anda.
***
Ne kadar yaşanılmaz günlerin içindeyiz. İlköğretim seviyesi coğrafya derslerimizde Türkiye’nin jeopolitik önemini okuyunca belki de kibirlenirdim, bilemezdim adına şu projesi bu projesi derken ateş hattına atacağını bir gün.
İnsanın aklına on düşünce geliyorsa birini ikisini kâğıda dökebilmek, kendi kendini sansürlemek ne kadar zormuş.
***
Bizim büyüklerimiz, tarihi anlatırken çok zorlanmazlardı, siyaseti kabineye sayacak kadar bilirlerdi, göçen oldukları için mübadeleyi bilirlerdi, bir diğer taraf köyde yaşamanın zorluklarını, savaşın kendisine veya ülkesine beraberinde getirdiği zorluklarını veya ekonominin ceplerine yansıyan kısmını bilirlerdi, anlatırlardı. Biz kısa zaman öncesini bile unuturken son 20 belki de 10 yılın hangi olayını anlatabileceğiz?
***
Birkaç kere sohbet ortamında 30’lu, 40’lı yıllarda doğup, 2000’li yıllarda bu dünyayı terk-i diyar etmek gerekirdi demiştim, tabii bunu söylerken; romantik tarafını kastetmiştim; ilişkiler, güzel filmler, güzel müzikler, sabırsızlıkla beklenen mektuplar gibi yaşanmışlıklar için.
Bugün geldiğimiz noktada ise ülkemiz ve dünya gerçekten yaşanması imkansız hale geldi.
Etrafımızda herkes mutsuz, maruz kaldıklarımız ruhumuzu hasta ediyor, uzun olmayan zamanlarda hastalıkları bedenimize yansıtır.
Bizi motive edecek şeyleri neredeyse teker teker kaybediyoruz. Öyle şeylere şahit olup, maruz kalıyoruz ki; dinlediğimizden, seyrettiğimizden, yediğimizden, hatta yaşamaktan bile utanır hale geliyoruz. Bir taraftan enflasyon altında eziliyoruz; bir taraftan kazanımlarımızı kaybediyoruz, bir taraftan standartlarımızın altına iniyoruz, global olarak parasını nereye harcayacağını bilmeyenlerin denekleri oluyoruz bilerek veya bilmeyerek, laboratuar ortamında üretilmiş mikroplara, belki sismik deneylere maruz kalıyoruz, kendi adıma uzaylı görsem şaşırmayacak hale geldim ki adına beyaz perde dediğimiz sinema filmleri bizi bunlara hazırladı zaten. Hiçbiri yetmezmiş gibi devamında kimlerin katılacağı, taraf veya bertaraf olacağı, büyüklüğü, şiddeti nasıl devam edeceği öngörülemeyen savaş…
***
Travma sadece bireysel yaşanmıyor; yaşayan birinci çemberde değiliz, yerinde gören ikinci çemberde değiliz ama üçüncü çemberdeyiz gören, okuyan, maruz kalan, üzülen…
***
Savaşmanın tek haklı nedeni meşru müdafaa olarak belirlenmiştir. Kendini üstün gören hiçbir ırkın, topluluğun, ülke demeye dilim varmıyor, kıyım yapmaya, savaş etiğini çiğnemeye hakkı yoktur.
Thomas Aquinas öncülüğünde oluşan “jus in bello” (adil savaş) kuramının içeriğinde;
– Savaşın idaresinde ayrım gözetilmeli.
– Savaş hamleleri düşman savaşçılara yöneltilmeli.
– Savaşçı olmayanlar bu koşullarda mağdur edilmemeli.
– Sivil konut alanlarının bombalanması ve askeri hedef barındırmayan bölgelere saldırıdan kaçınılmalı.
– Sivil hedef gösterilmemeli.
– Teslim olan, esir edilenler ve yaralananlar şiddet görmemeli olarak belirlenmiştir.
Ne hastane, ne ibadethane, ne okula bu yapılanlar yapılamaz.
Politikanız, rejiminiz, dininiz, ticari ilişkileriniz, bana dokunmayan yılan gibi sebeplerle, kınamakla, vicdanınızı rahat ettiremezsiniz, seyirci kalamazsınız.
Minicik bedeninden çıkan son nefesiyle bu adaletsiz ve acımasız dünyaya veda eden bebeğin ahından kurtulamazsınız.
1500’lü yıllardan günümüze gelen Muhyiddin Abdal’ın dizeleri;
“İnsan insan dedikleri
İnsan nedir şimdi bildim”
ve ben UTANDIM…
***
Bunları gözlemlerken, ben nasıl Atam’ın kurduğu Cumhuriyeti savunmayayım; nasıl eğitim eğitim diye haykırmayayım; nasıl kurtuluşumuzun ancak ve ancak fabrika ayarlarına dönmekle mümkün olacağını istemeyeyim ve nasıl gururla kutlanılası 100.yılında Cumhuriyete minnet etmeyeyim…
Yaşanılası günlere…
Kasım 2017 Ali Hocam da demiş; bu savaş niçin?
BU SAVAŞ NİÇİN?
Umut hep var yüreklerimizde
Savaş Tanrısından
Sisler içinde sıyrılıp gelen
sinsi kurşunlardan
Korku kalmaz ilk adımı attıktan sonra
Kurşunla yatar, kurşunla kalkar
Ve ölümle koyun koyuna
Basarsın tetiğe
yaşamak ve kazanmak için
Diğer yaşayanın hayatına mâl olan ölüm adına.
…
Bir hareket
Yıkık duvarların enkazında
Çırpınan kedi ve yaralı bir çocuk
…
Kucağına alır parkanın en güvenli yerine koyarsın ikisini de.
İçinden gelen kötü duygular
Sevgiye dönüşür birden
Barışın Tanrısı Eirene dokunmuştur omzuna
Yaralı kediyi ve çocuğu kucağına aldığında
Kendi ölümün gelmezdi aklına
Kahraman kesilirdin, birkaç saniyelikte olsa
…
Ders kitaplarında bile okumadığın
yaşam dersini
Bir kedi, bir çocuk vermiş oldu sana
Ve… kendini koydun onların yerine
Ve… atarsın silahını yere
Karşıdan, arkadan gelecek
kurşunlardan korkmadan
Koşarsın, yaraladığın çocuğu kurtarmak için
Emin ellere verdiğinde
oturup sen ağlarsın bu kez
Tüm çocuklar ve yıkılan yuvalar adına
Lanet okursun bu savaşı başlatanlara
Ve savaş tanrılarına
Ali Ünal
Kasım 2017/Dereseki
Yorumlar
Yorumlar (Yorum Yapılmamış)
Benzer Yazılar
-
Beykoz’da Zaman Daralıyor, KÖSELER’i Bu kez Zaman Aşımı da Kurtarmayabilir!
-
BENCE ÖLDÜM
-
Kumruların Aşkı
-
KARMA-ŞA
-
MİSAFİRSİN BU DÜNYADA
-
BİZ İYİ İNSANLARDIK!
-
NE BİR EKSİK NE BİR FAZLA
-
Murat Aydın, KÖSELER’den Daha Çok Beykozlu
-
HERKES GİBİ GÖMÜN BENİ!
-
HAYATA DÖN
-
Kim Daha Çok Yalan Söyler? Kadın mı Erkek mi?
-
KÖSELER’in 100 Gün Değerlendirmesi