MAHSA AMİNİ (AY IŞIĞI)
MAHSA AMİNİ
(AY IŞIĞI)
Sarı saçlarını deli gönlüme
bağlamışım, çözülmüyor Mihriban,
sevdiğim”
Abdurrahman Karakoç
Ölümü ile dünyayı ayağa kaldıran kadın!
Yazımın giriş sunumunu, Abdurrahim Karakoç’un Mihriban Türküsünü özellikle seçtim. Laik ülkemizde bu ve buna benzer türkülerimiz; düğünlerimizde, radyo ve televizyonlarda keyifle söylenir. Kadınlarımız, kızlarımız plajlarda, düğünlerde istediği gibi süslenir ve de istediği gibi kendine yakıştırdığı giysileri ile topluma çıkma özgürlüğüne sahiptirler.
Ne var ki, komşularımız olan bazı ülkelerin kadınları ve kızları; yasaları gereği, saçı göründüğü, çarşaf giyinmediğinden, ağır cezalara; ısrar ettiğinde ise, ölüm cezalarına çarptırıldığını uluslararası basın yolu ile öğreniyoruz. Aynı yüzyılda, aynı gezegende yaşayan insanlar; yöneticilerinin getirdiği yasalar gereği, farklı koşullarda yaşıyorlar.
*
Mahsa Amini, Antik çağın en büyük uygarlıklarını temsil eden, Helenizmin üç büyük ayaklarından biri olan Pers uygarlığından gelen büyük kültürün neslini temsil eder. Babil’in Asma Bahçeleri, dünyaca ünlü Hülagü’nün yakıp külleri Fırat’a atılan BAĞDAT KÜTÜPHANESİ gibi… İskender, Perslerin ülkesine geldiğinde, gözleri kamaşır; büyük binaları, bolluğu, halkın refahını gördüğünde. Askerlerinin yağmalamasına mâni olur. “Bu gördüğünüz güzel ne varsa artık bizimdir. Bize aittir.” der. Yıkımı ve yağmayı önler.
*
Orta Çağda, Avrupa kilisenin engizisyonu altında ezilirken, bu topraklarda Pers kültürünün bıraktığı Astronomi, Felsefe, Matematik, Edebiyat ve Sanat’ın altın çağlarını yaşıyordu. Matematiğin, Cebir ve Trigonometrinin mucidi Harezmi, Antik Yunan’ın; Sokrat, Platon ve Aristo’yu Şark kültürüne sentezleyen Farabi, Hipokrat’tan sonra, dünya tıp tarihinin saygı duyduğu İbn-i Sina, aşkın-şarabın sembolü olan, Astronomi, Matematik ve Celali Takvimi çağına kazandıran Ömer Hayyam, Firdevs’i, Şirazlı Sadiler ve niceleri.. Bu topraklara ışık tutmuşlar.
*
Ne olduysa Selçukluyla başladı değişim bu topraklarda. Hasan Sabbahlar, Gazali ve Nizami Mülk, İslamın Emevi-Vahabi geleneği ve Arap kültürünü bu topraklarda yaymada başrolü oynarlar. Selçuklunun ilk devlet yönetiminde kadın; (Sultan) Padişahın divanda, yanında olup, söz sahibidir. Başkentin, Bağdat’a taşınması da esas sebeplerinden biri olmalı.
*
Bu topraklarda; İslam coğrafyasında, dillere destan türküleri her ortamda söylenen Leyla ile Mecnun ve Kerem ile Aslı, o hikayeler bizim kuşakların neredeyse ezberindeydi.
Ne kadının kıyafetinden ne de yalnız başına sokağa çıkmasının günahlaştığından söz edilmezdi.
İran Şahı ve Afganistan Kralı Atatürk’ü ziyarete gelen, aydın çağdaş devlet adamlarıydı.
Pakistan Devlet Başkanı Zülfikar Ali Butto o toprakların çağdaş lideriydi.
İkinci Dünya Savaşından sonra bu İslam coğrafyasında; ABD’nin Yeşil Hat Projesi ile başlar. İran Başbakanı Musaddık, İngiltere’nin işlettiği İran petrolünü devletleştirir. 1953 yılında Şah Musaddıkı görevden alır. 1953 yılında da Türkiye Nato’ya girer. Ne kadar ilginç değil mi?
Kaynağına indiğinizde; Afganistan’da Usame Bin Ladinler, Her İslam ülkesinde işe koyulup, ABD’nin, İngiliz’in İslam programını uygularken, ülkelerine yaptığı ihaneti; iktidarları adına zevkle yaparlar… Ve de dini söylemleri kullanarak.
*
1979 yılında, ülkede ki aydın kişilerin desteğini de alarak, iktidarı devralan; İran Devrim Cumhuriyeti tüm yetkileri aldıktan sonra, kendi düşünceleri doğrultusunda, İslam hukuku gereği şeriat yasalarını devreye soktular. İlk işleri; ülkedeki aydın kadın ve erkekleri yok etmek olur. Başta kadın hak ve özgürlükleri, çarşafı mecbur eder. Kadınların devlet dairelerinde çalışmaları iyi karşılanmaz. İktidarlarından bir yıl sonra; 8 Mayıs 1980’de, çarşaf giyinmeye zorlanan doktor FERRUHRU, çarşafı kabul etmediği için ölüme mahkûm edilir. Bu doktor Şah’ın gitmesi için mücadelede olan kişi olmalı ki; “…….. eşitlik için savaştığım için pişmanlık duymamı bekleyenlere boyun eğmeyeceğim. Şimdi kimsenin önünde diz çökmeyeceğim. Ben kara çarşaf giyecek ve tarihe geri adım atacak biri değilim” der ve cesurca idama gider. Bu ve benzeri nice olaylar yaşanır, aynı düşünceyi halkına uygulayan ülkelerin yönetiminde.
*
Aynı zihniyetin sadece İran’da olmayıp, Mısır’da; Bilim Kadını, Matematik, Fizik, Kimya dallarında Doktora sahibi HYPATİA, dini yasalara ters düşen fikirlerinden dolayı yakılarak idam edilir. Mısır’da; Helenizmin ikinci önemli fil ayaklarındandır. Antik Mısır uygarlığının; hala sırları tartışılan piramitleri, dünyanın yedi harikalarından İskenderiye Feneri ve dünyanın en büyük kütüphanesini kuran Mısır, dörtbin yıl sonra, geri kalmış ülkelerin içinden kendisini kurtaramadı. Arap Kültürü, Antik Mısır kültürünü yok etti. Mısır’ı herkes Arap bilir, Mısır Arap değildir, kıptıdır.
Antik Yunan PAGAN dininde de, kadın hakları yoktu. Kadınlar spor gösterilerine giremezlerdi. Kadınların Tıp okullarına girmesi de yasaktı. M.Ö. 415 AGNODİCE saçını kestirip, erkek kılığına girip; İskenderiye Tıp Okulu’na girer, doktor olur… Bir gün Atina sokaklarında dolaşırken bir kadının doğum çığlıklarını duyar. Kadına müdahale etmek ister. Ne var ki kadınlar karşı gelir, soyunur, kadın olduğunu gösterir. Hastayı kurtarır, bu seferde kadın doktor olduğu için ölüm cezasına çarptırılır… Netice de tüm kadınların ayaklanması ile AGNODİCE’yi ölümden kurtarırlar…
*
Anlatmak istediğim, bir ulusu karalamak değil. O ulusu yöneten kadroların, ruhban takımı kişileri yanlarına alarak; dini siyasetlerine malzeme yapıp, iktidarda kalmak. O büyük üç uygarlığın yöneticileri, ruhban takımında yönetimde yetkilendirmesidir. Uygarlık tarihimizi taçlandıran, Helenizm ve Rönesans; İran, Mısır, Roma ve Yunan uygarlıklarının sentezidir. Nasıl oldu da bu süper uygarlıklar çağın gerisinde kaldılar?
*
Roma ve Yunan halkı Ortaçağ karanlığını ve ruhban sınıfının gücü olan kilisenin gücünü, din ile aldatmayı; BİLİM VE SANATLA ellerinden aldı. En büyük katkıyı güzel sanatların yürekli ressam ve heykeltraşlarından güç aldılar.
Leonarda Da Vinci, Mikelanjelo, Goya Merimer, Van Gogh gibi sanatkârlar; kiliseyi ürkütmeden; kiliselere, şapellere; insanları (kiliseye taşımak adına) İsa’yı, yaratılışı ve çeşitli figürleri rahatça Ruhban takımını ürkütmeden; çıplak kadın ve erkek resimlerini, heykellerini, halkın yaşam sahnelerini resimle anlatırlar ki halkın beyinlerine giden ışığı, mahir elleriyle betimlerler…
Arkadan; insanlığın gelişmesinde önemli icatlar olan Ateş ve Tekerleğin bulunması gibi, MATBAA’yı bulurlar. Avrupa Matbaa ile karanlığı yenmiştir.
Çağının en büyük İmparatorluğu olan Osmanlı’da; resim, heykel ve matbaa yasaktır. Osmanlıda aydınlanmaya; Helenizm’e ait tüm eserleri Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlıcaya çevirmesi ile başlar. İslam’da resim günah fetvasını yenerek Fatih Sultan Mehmet portesini; İtalyan Ressam Bellini’ye yaptırır. Zamanın en ileri teknolojisini kullanarak Topkapı surlarını yerle bir eder… Bilime çok önem veren bir padişahtır.
Ortaçağı kapatıp, Yeni Çağı başlatan padişahtır Fatih Sultan Mehmet. Torunu Yavuz, dedesinin tersini yapan padişahtır. 3000 mollayı Mısır El Ezder medresesinden getirip, devletin en üst kademelerine yerleştirir. 40.000 Türkmen’i kendi halkını kılıçtan geçiren padişahtır Yavuz Selim. Osmanlı 600 yıllık yönetiminde; ne bir Leonarda Da Vinci; ne bir Gallie ne de bir Voltaire yetiştirmiştir, yetiştirmediği gibi, kuş tüylerini kanat yaparak Galata Kulesinden, Üsküdar’a uçarak, yumuşak iniş yapan Hezarfen Ahmet Çelebi’ye “Uçmak Allah’a mahsustur, Padişahım dinen günah ve haramdır” diyerek IV.Murat’ı etkilemişlerdir. Hezarfen’e önce küçük bir bahşiş verilir, sonra da Cezayir’e sürgün edilir.
*
Bu ay ki yazımı, özgürlükleri elinden alınan, işkence edilen, direndiğinde ise; idam edilen, çeşitli çağlardaki kadınlara ayırdım. Hiçbir devleti hedeflemeden, sadece “Kutsal dinlerin emri” diye. Kendi egolarını, düşüncelerinin ise din ile hiç alakası olmadığı halde, bilhassa kadınları seçen kişileri ve yönetimin yanlış uyguladığı sistemi sizlere sunmaya çalıştım.
*
Yazımın girişini Abdurrahim Karakoç’un Mihriban türküsü ile bilerek başlattım. Bu dizelerde aşkı, insan sevgisini, hayallerin sonsuzluğunu gördüm. Alevlerin titrediğini, üşüdüğünü, Karakoç’tan öğrenmiş oldum. Son sözünü de; Pakistan Shat vadisinde yaşayan MALALA YUSUFZAYIN, küçük kızın Taliban’ın elinden, mucizevi kurtuluşu 2014 NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜ ALAN GENÇ KIZIN “BEN MALALA” adlı eserinin son sayfalarında (s.379) Birleşmiş Milletler binasında yapılan töreni; taa Uzakdoğu’dan Amerika’ya kadar uzanan yolculuğu cesurca yapan küçük kızın büyük kalabalığa sunduğu o güzel sözlerle bitiriyorum….
……..
“En sevdiğim şalvar kamizimi giymiş, başıma da Benazir Butto’nun beyaz örtülerinden birini takmıştım. Dünyadaki her çocuğa özgür ve parasız eğitim fırsatı tanınması için dünya liderlerine seslendim “KİTAPLARIMIZI VE KALEMLERİMİZİ ELİMİZE ALALIM” dedim. “ONLAR BİZİM EN GÜÇLÜ SİLAHLARIMIZ. BİR ÇOCUK, BİR ÖĞRETMEN, BİR KİTAP VE BİR KALEM DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLİR.”
Küçük MALALA’yı tüm delegeler ayakta alkışlarlar.
Küçük bir çocuğun içinden coşup gelen; bu BÜYÜK ÇAĞDAŞ ve ANLAMLI SÖZLER NASIL ALKIŞLANMAZ Kİ?…
Yorumlar
Yorumlar (Yorum Yapılmamış)
Benzer Yazılar
-
Beykoz’da Zaman Daralıyor, KÖSELER’i Bu kez Zaman Aşımı da Kurtarmayabilir!
-
BENCE ÖLDÜM
-
Kumruların Aşkı
-
KARMA-ŞA
-
MİSAFİRSİN BU DÜNYADA
-
BİZ İYİ İNSANLARDIK!
-
Murat Aydın, KÖSELER’den Daha Çok Beykozlu
-
HERKES GİBİ GÖMÜN BENİ!
-
HAYATA DÖN
-
Kim Daha Çok Yalan Söyler? Kadın mı Erkek mi?
-
KÖSELER’in 100 Gün Değerlendirmesi
-
LORDLAR VE LEYDİLER