Yeni adresimiz
Ana Sayfa Yazarlar 23.08.2020 4652 Görüntüleme

AYASOFYA, ÜÇ LİDER-ÜÇ DÖNEM  

reklam

 

 Ayasofya; aylardır gazetelerin; televizyonların ve siyasilerin gündeminden düşmedi. Ülkenin sağlık ve ekonomik sorunlarının önüne geçti. Aslında istenen de bu olsa gerek. İstanbul, bu gezegenin en güzide şehirlerinin başındadır. Bu tespit, bilim adamlarının tespit ve yorumlarıdır. Stratejik, doğal güzellikleri ve sanat yapıtlarının varlığından kaynaklanır.

Ayasofya; iki dinin mabedi yerine, dünya kültürünün Tac Mahal’den sonra gelen en görkemli yapıtıdır. Unesco Birleşmiş Milletler Topluluğu; Tac Mahal’le birlikte Ayasofya’yı da listeye alır. İstanbul’a gelen bir turist, başta Ayasofya’yı, Yerebatan Sarnıcı’nı, Sultan Ahmet Camisi’ni, Kız Kulesi’ni ve Galata Kulesi’ni gezmeden, Pierre Loti’de, Emirgan ve Mihrabat Korusu’nda bir çay içmeden de gitmezler.

Aynı günlerde; batı ve gelişmiş ülkeler; uzay ile yeni denemeler, ülkelerinin eğitim, sağlık, ekonomik durumları ile uğraşır, konuşurken; biz Ayasofya’nın ibadete açılması, ne gerekli ise hepsini seferber ettik. 100 metre ilerde, Sultan Ahmet Camisi olması ve de Ayasofya’nın bir kısmında namaz kılındığı halde? Batı bu hatayı yaptı, bedelini de ödedi. Kilise ve din adamları; kralların ve devleti yönetenlerin üzerindeydi. Engizisyon, halkı inim inim inletiyor, hele aydınlar, bilim adamları büyük işkenceler görüyor, dinsizlikle suçlanıp yakılıyordu.

İlk işi Napolyon başlatır ki; kardinal ve papa, kral ve kraliçenin tacını takmak için huzura çıktığında; Napolyon, papanın elinden tacı alır, Joséphine’in başına takar ve sonra da kendi tacını kendisi başına taktığında, törendeki bütün insanlar şaşkındır. Bin yıllık gelenek sonra ermiştir ve kilise yenilmiştir.

Fransız İhtilali bu işi mühürledi. Kilise ve din adamlarını saf dışı yaptı. Kiliseler, kendi işinin dışında devlet yönetimine ve halkın sosyal yaşamına karışamadı. Karışan din adamları cezalandırıldı. Din ve devlet işleri ayrıldı ve buna da ‘’laisizm’’ dendi. Laiklik yani.

Fransa’da Napolyon’un yaptığını, Türkiye’de Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet ve TBMM yaptı. Saltanat ve hilafeti kaldırmakla tarikatların, cemaatlerin, şeyhliklerin, mollaların, medrese ve müderrislerin işlerine son verildi. Şeyhülislamlığın ve kadılığın yerine diyanet başkanlığı ve müftülükler getirildi. Ama bunlar devlet memurlarıydı; atama ile getirilir. Siyaset yapmak, devlet adına beyanatta bulunmak yasaktı. Din adamlarının ayrıcalığı, dokunulmazlığı ellerinden alındı. Anadolu, 7 düvelle mücadelesini verirken, Kastamonulu Şerife Bacı cepheye mermi taşırken, mermiler ıslanmasın diye üzerindeki hırkasını mermilerin üzerine serip yolda donar ve ölürken; Anadolu’daki tarikatlarda, cemaatlerde ve medreselerde 18-20 bin kişi (bir kolordu sayısındaki gençler), medreselere kayıt yaptırıp askere gitmiyordu, asker kaçaklarıydılar. Mustafa Kemal, tek emirle tümünü askere aldırttı.

Dinciler Mustafa Kemal’i niçin sevmiyorlar, Ayasofya’da Mustafa Kemal’e niçin lanet okundu? Çünkü Mustafa Kemal’e, kurduğu cumhuriyetten ve de laikliği getirdiğinden, Fatih’in vakf-ı vasiyeti gibi gösterilerek lanetlendi. Fatih’i örnek göstererek doyasıya lanetlediler…

JUSTINYEN VE AYASOFYA

Ayasofya için, üç lider demiştik. 23 Aralık 532 yılında başlayan yapımı, 27 Aralık 537 yılında 5 yılda Mimar İsodoros tarafından tamamlanır. Ayasofya’nın taş ve sütunları, 8 sütun Mısır, Heliopolis’ten, dünyanın 7. harikası olan Artemis’ten, kıymetli taşlar ve sütunlar, Suriye’den, Yunanistan’dan, Rodos Adası’ndan üç kıtadan gelen malzemelerle ; büyüklüğü, kubbe genişliği ve yüksekliğine hiçbir yapı erişememiştir. Mimar İsodoros bir dünya harikası çıkarır, Hz. Süleyman’ın dillerden düşmeyen tapınağından daha üstün kabul edildiği için Justinyen: ‘’ Ey Süleyman, seni yendim.’’ der.

Bütün sütunları som altınla kaplamak istediğinde, ‘devlet sıkıntıya düşer’ diye kralı uyarsalar da kral yine de Ayasofya’ya 20 ton civarında gümüş ve kıymetli madenleri kullanmaktan geri kalmaz. Ne var ki; isminin seçilişi dahi

kutsal azize=kutsal bilgelik olan bu güzel, harika mabet, din adına sefere çıkan Haçlılar tarafından, 1204 yılında yağmalanır ve soyulur. 1867 yılında Tac Mahal’de İngilizler tarafından binlerce yakut, zümrüt, elmas taşlarının söküldüğü gibi… Şu an kraliçenin tacının ortasındaki büyük elmas Tac Mahal’den sökülen elmastır. Din ve tanrı adına yapılan tüm fetihlerin ve seferlerin asıl amacı, ganimet ve yağmacılıktır. Gerisi; halkı coşturan destansı öykülerden öteye gitmez…

FATİH VE AYASOFYA

 29 Mayıs 1453 yılında; İstanbul Türkler tarafından fethedilir. Şehir, üç gün yağmalanır. İslamiyet’te buna ganimet denilir. Bu ganimetin beşte biri devlete verilir. Buna da ‘beyt-ül mal’ denir. Diğer kalanları askerlere pay edilir. Hz. Muhammed’in Bizans’la Tebük Savaşı’nda büyük ganimetlerle döndüğü kayıtlarda vardır. Fatih, fetihten 3 gün sonra 1 Haziran 1453 tarihinde Ayasofya’ya girer. Secde-i şükrana kapanmış, iki rekat namaz kıldığı ve ilk ezanın da bu sırada okunduğu rivayet edilir. Fatih; mabedin azametine hayran kalmıştır. O sırada bir askerin mabedin mermerlerini kırmakta olduğunu gördüğünde neden kırmak istediğini sormuş,o asker de ‘din için’ yaptığını söyler. Fatih askerin yaptığına mani olur. ‘’Servet ve esirler size yeter, şehrin binaları bana aittir.’’ der. İstanbul’daki bazı eserler günümüze kadar gelmişse, Fatih’in sanata ve bilime verdiği değer sayesinde gelmiştir. Mozaiklerin sökülmesi teşebbüsünde bulunan mimarlara ‘durunuz’ der, üzerini bezli kireç tabaka ile kapattırır. Fatih: Roma, Yunan, Helenizm ile ilgili tüm kitapları Osmanlıca’ya çevirttiren aydın bir padişahtır. 7-8 dil bildiği söylenir. İslamiyet’te günah olan resmin Bellini’ye kendi portresini yaptırarak öncülüğünü yapar yani kendi portresini çizdirmiş ilk islam devlet adamıdır. Fatih’e yakışmayan; saltanat için, kardeş ve oğul katli fermanı ile tarihe geçmesi olmuştur. Benim görüşüm; İstanbul’un fethinde maddi durumları iyi olanlar ve elit tabaka İstanbul’u terk ederler. Yunanistan ve İtalya’ya göçerler. İstanbul’dan giden aydın kesim İtalya’da Rönesans’ı başlatan kesimdir. Leonardo Da Vinci’nin ailesi, İstanbul’dan göç eden ailelerdendir.

Aydın padişahın oğlu Bayezid (Sofu Bayezid) ve Yavuz Selim, Fatih’in tamamen tersidirler, yobazdırlar. Yavuz, Mısır seferinden 300 civarında din adamını İstanbul’a getirir, bunlara devletin en üst kademesinde görev verir ki, Osmanlı’nın atılımcı hızı kesilir. Şeriat ve dini sistem (Emevi sistemi) Osmanlı’yı, duraklama ve gerileme dönemlerine hazırlar. Rönesans’la Avrupa, Osmanlı’yı geçer… III. Selim ve II. Mahmut, Osmanlı’yı ileriye taşımaya çalışsalar da, yerleşen gericiliğe, tarikatlara ve cemaatlere gücü yetmez olur.

ATATÜRK VE AYASOFYA

 ‘Dünyanın 9. Harikası’ olmaya aday bu eşsiz yapıt, 916 yıl kilise, 581 yıl cami, 86 yıl da müze olarak hizmet verdi. Tarih boyunca; birbirleriyle çekişen, kavgalı olan Hristiyanlık’ın ve İslamiyet’in mabetliğini yapsa da, kin ve nefreti yok edemedi. Bunun farkında olan Atatürk; her iki toplumun ve tüm dünyanın ortak kültürü haline gelen Ayasofya’yı o ince kıvrak zekasıyla, 1934 yılında müze yapar. Ayasofya müze olduktan sonra artık barışın ve kardeşliğin mabedi olur. Bütün dinlerin ilk cümlesi barış, kardeşlik, doğruluk ve güzel insan olmaktan söz etmiyor mu?

AVUSTURALYA’LI ANZAK

Çanakkale Savaşı’nda çocuklarını, bu topraklarda ölen askerlerin annelerine: ‘’Onlar artık bizim çocuklarımızdır, müsterih olun.’’ diyen Mustafa Kemal, Ayasofya’da da büyüklüğünü gösterir. ‘’Ayasofya, yalnız bizim değil, tüm dünyanındır.’’ mesajını verirken, Müslüman halkın da kalbini kırmamak için, bir kısmının da cami kalmasını ister. Sadece Ayasofya’yı mı? Topkapı Sarayı’nı da müze yaptı. Arkeoloji Müzesi’ni de, Anadolu müzelerini de…

                                                   ***

İşin en acı yanı ise; 13 Kasım 1918’den 6 Ekim 1923 yılına kadar -6 yıl- İstanbul işgal altındaydı, vatan toprağı değildi: Sevr’in 36;40. maddelerine göre; İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya; Yunanistan, Romanya’dan oluşan ‘boğazlar komisyonu’ yönetecek, komisyonun kendi özel polisi, kendi bayrağı, kendi bütçesi olacaktı; İstanbul ayrı bir devlet oluyordu.

                                                   ***

Vahdettin’in İngilizlere sığınıp ülkeyi terk etmesinden sonra artık ne Fatih’in vakfı, ne tapusu, ne de Osmanlı kalır. 6 Ekim 1923 yılında, Mustafa Kemal’in ordusu İstanbul’a girer, İstanbul tekrar vatan topraklarına karışır. 2 Ekim 1923 yılında son olarak İngilizler İstanbul’u terk eder. 481 yılı hatırlayan Ali Erbaş, 86 yıl önceyi nasıl hatırlamaz? Koskoca profesör!!! Ali Erbaş, elinde kılıçla mimbere çıkıp fotoğraf çektirince; Amerikan devlet başkanının elinde beyzbol sopası ile bizlere gözdağı verdiğini anımsadım. Hem de iki kere, elinde kılıçla mimbere çıkması, bu yüzyılın fotoğrafı olmamalıydı. Kılıç; Suudi Arabistan’ın, şeriatın, logosu olan bayrağıdır. Dünyaya fethin değil de barışın fotoğrafı gönderilmeliydi. NE YAPALIM; bu da bizim ‘Don Kişot’umuz.

1950 yılında iktidar olan DP’nin cumhurbaşkanı ‘’Türkiye küçük Amerika olacak’’ derken başbakanı Menderes de ‘’İstanbul’u Mekke, Eyüp Sultan’ı Kabe yapacağız’’ söylemleri ile halkı galeyana getirerek iktidar oldular.

İngiltere’nin en ünlü politikacısı ve devlet adamı W. Churchill: ‘’Türkleri savaşarak yenemezsiniz. Din adamlarını ele geçirip, onları kullanın, onlar zaten devleti yıkar.’’ diye kendi ulusuna en güzel savaş taktiğini veriyor. Bu sözler yabancılardan çok bizim siyasetçilerimizin işine yarıyor. Atatürk’ten nefret edenler, Churchill’i haklı çıkarıyor.

 

 

 

 

 

reklam

Yorumlar

Yorumlar (Yorum Yapılmamış)

Yazı hakkında görüşlerinizi belirtmek istermisiniz?

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

İlginizi çekebilir

BEN NEDEN HÂLÂ DELİRMEDİM?

BEN NEDEN HÂLÂ DELİRMEDİM?

Özgün Haber Reklam Alanı
Özgün Haber Reklam Alanı
Tema Tasarım | AnatoliaWeb